Yazar: Haluk Dursun
Yayınevi: Timaş
Yayın yeri ve tarihi: İstanbul, 2007
Kısa Tanıtım
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi olan Y. Doç. Dr. Haluk Dursun’un Osmanlı coğrafyasına yaptığı gezilerdeki gözlemlerini içeren bu kitabın arka sayfasında tanıtım amaçlı olarak şu ifadelere yer verilmiştir:
“Balkanlar'da; Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Macaristan, Romanya... Afrika'da; Tunus, Cezayir, Libya, Mısır... Ortadoğu'da; Suriye, Irak, Lübnan, İsrail, Ürdün... Kafkaslar'da; Kırım, Gürcistan, Azerbaycan... Ve daha birçok devlet... Tüm bu devletlerin ortak özelliği bir zamanlar Osmanlı Devleti'ne yani Devlet-i Aliyye'ye bağlı olmalarıydı. Bu yüzden Osmanlı Coğrafyası denince akla üç kıtadan, yaklaşık yirmi milyon kilometrekareden oluşan bir coğrafya gelir.
TRT 2'de 'Tarih ve Mekan' adlı programı hazırlayıp sunan, Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun, bu kitapta Balkanlar'dan Ortadoğu'ya, Kafkaslar'dan Afrika'ya Osmanlı Coğrafyasını anlatıyor. Uzaklardaki Osmanlı eserlerini, atalarımızın geride bıraktıklarını, üç kıtanın değişik yerlerinde unutulanları bize hatırlatıyor... Bu kitabı okurken; Osmanlı'yı Osmanlı yapan özelliklerin farkına varacak, kimi yerde gururlanacak, kimi yerde derin bir "ah" çekeceksiniz...”
Kitap, Balkanlar-Avrupa-Akdeniz, Ortadoğu ve Afrika, Kafkaslar ve Anadolu’nun Uç Noktaları şeklinde üç farklı kısımdan oluşuyor. Kafkaslar ve Anadolu’nun Uç Noktaları kısmında yer “Tiflis’ten Batum’a Gürcistan” (s.209-217) başlıklı yazı aşağıya (kullanılan resimler olmaksızın) alınmıştır.
Kitabın Temin Edilebileceği Adresler
http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=O7NMDYSGYC7C1ZZYZ8W5&referer=78903
http://www.timas.com.tr/index.php?key=tkg&id=1427
TİFLİS’TEN BATUM’A GÜRCİSTAN
Tiflis’e gece vakti girdiğiniz zaman yolların genişliği size klasik bir Sovyet şehrinde olduğunuzu, asfaltın bozukluğu ise az gelişmiş bir Doğu şehrinde bulunduğunuzu hemen hissettiriyor. Gündüz gözüyle bakınca da şehrin, Türkiye’nin Erzurum’undan, Kars’ından, Ağrı’sından, Van’ından bir parça olduğunu bile düşünüyorsunuz.
Bizim kaldığımız otel Kura nehrinin kıyısında bir yalı oteldi. Tam manasıyla bir “leb-i nehir”. Aşağı yukarı Çoruh kıyısında, Borçka’da farz edebilirsiniz kendinizi yahut daha mütevazı düşünürseniz Müküs çayı kıyısında Van’da Bahçesaray’dasınız mesela. Bu görünüş eski Tiflis görünüşlerinden bir izlenimdir. Ama yeni şehre gittiğiniz zaman, işte o yukarıda bahsettiğim klasik Sovyet şehirciliği sizi bir anda etkiliyor: Geniş kaldırımlar, bulvarlar, büyük meydanlar, metro, opera, meclis ve bakanlık binaları...
Eski Sovyetler Birliği coğrafyasında ne zaman beraber dolaşsak bizim Mustafa Saraç, “av köpeği” gibi burnunu kaldırıp “Hocam, burası komünist kokuyor” der. Fakat o zamanlar bu “komünist kokusu”nun manasını ne o anlatabilirdi, ne de ben. Bu sefer Bülent Katkak’la işi çözdük. Bu düpedüz doğalgaz kokusu. Öyle ki, her taraf doğalgaz borularıyla döşeli olduğundan arada gaz kaçakları şehirde böyle bir kokuyu hakim kılmış. Biraz da eskimişlik, köhnelik, esrarengizlik ve tabii Türk’e özgü “komplo teorisi” işin içine karışınca bu, “komünist kokusu” olup çıkıyor...
Tiflis’te beni esas şaşırtan komünistler, KGB ve Gürcüler değil, Azeriler oldu. Daha evvelden Tiflis’in güneydoğusunda Bolnis bölgesinde Borçalı denilen kalabalık bir Azeri azınlığın yaşadığını biliyordum. Fakat esas büyük bir grup da eski Tiflis’in içinde yaşıyor. Hem de bunlar Şah İsmail’den, Şah Abbas’tan beri devam eden azınlıkmış. Kura (Mtkvar) kıyısında tarihi hamamların yanında, Narikala Kalesi’nin hemen dibinde yıllardan beri mekan tutmuşlar. Çarşıda, pazarda, ticarette ve cemaatte hakimler. Ayrıca Gürcü Parlamentosu’nda Azeri asıllı milletvekilleri de var.
Ahmet Refik üstadımız 1918 – 1919 yıllarında Tiflis’i anlatırken, Kafkas yollarında o zaman da Azerilerin bulunduğunu ve aynı mekana “Şeytan Pazarı” dendiğini söylüyor. Yani bu Azerilerin Şeytan’a pabucunu ters giydirdiğini bilirdik de, İstanbul ticaretine, Kapalıçarşı’ya, Valide Han’a duhul etmiş olan bizim Acemler meğer Tiflis’in Azerileri yanında hiç kalırmış...
Tarihi caminin kapısında Azeri Türkçesiyle yazılmış ve cep telefonlarının kapalı tutulmasını ihtar eden levha ne hoştu: “Müslüman kardaşlar, rica edirik telefonları söndürünüz”... Sonra cemaat yapmak isteyen İstanbullu misafirlere dönüp “Bizimki Caferi namazıdır. Taşta kılarız, kolları bağlamayız, arada elleri açıp dua ederiz, kafanız karışmasın siz bildiğiniz namazı kılın” demeleri de pek hoştu. Hâlbuki bizi tanımıyorlar ki, biz Tahran’dan Isfahan’a, Şiraz’dan Kerbela’ya, Kum’a, Yemen’e bütün “İklim-i Şia”yı görmüşüz, cümlesini “bilirik”, başımıza kara sarık sarsak “Ahund” olup çıkacağız. Ehl-i İmamiye ile ne saflar tutmuşuz. Hele amacımız (Abidin Topbaş) hızını alamayıp Tebriz’den Meşhed’e kadar, Bakü’den Şeki’ye kadar ayak basmadık Kerbela toprağı bırakmadık. Bize göreyse zaten “külliyevmîn aşura, küllizeminîn Kerbela!”... Mehmet Akif in dediği gibi “aylar bize hep Muharrem oldu!”
Neyse konumuz Azerilik, Caferilik değil. Gürcüleri yazacağız, ama rehberimiz Azeri olunca bizi hep Azerilere götürüyor. Biz Gürcistan’da halis bir Kartvel Gürcüsü, bir Svanetyalı, bir Osetyalı’ya, hele hele bir Mohti Lazı’na, neredeyse Abaza’ya bile razıyız, ama her tarafta karşımıza Azeriler çıkıyor. Çünkü daha sonra Batum’da da bizi bir Azeri karşıladı.
Bizi ikinci kez şaşırtan ve cehaletimizi de ortaya çıkaran iklim bilgisizliğimiz oldu. Kuzeye ve dağlara gidiyoruz. İstanbul’un sıcağından kaçıyoruz derken, öyle bir yandık ki sormayın... Tiflis’in ahalisi sıcaklarda dağlara, göl kıyılarına kaçarmış, biz de öyle yaptık. Bizim Azeri rehber Cafer’in tabiriyle Tosba Gölü kıyısında sıcağı geçirdik, Kura nehrinden
(Azeriler bu nehire Kür diyorlar) yakalanmış alabalıkları afiyetle yedik, çeşit çeşit Kafkas peynirinin tadına baktık, serin bir köşeye çekilip göl kıyısında uzun uzun dağlara daldık.
Tiflis Kalesi’nin hemen yanında servi ağaçlarının dikkati hemen çektiği bir botanik bahçesi var. Mor salkımlar, erguvanlar, çamlar, çitlembikler arasında, nilüfer havuzunun kıyısında, çağlayanlardan akan suda yüzen Gürcü gençlerini seyrettik. Bahçenin içinde boydan boya bir dere akıyor. Köprülerle üzerinden aşarak dereyi dolaştık.
Şimdi gelelim esas Tiflis’in son zamanlarda büyük bir gayretle oluşturulmaya çalışılan yeni şehir dokusuna. Eski kiliselerin yanına, özellikle meydan ve tepelere sayısız kilise yapıyorlar. Gürcistan neredeyse bir “kiliseler memleketi” olacak. Tarihi binaların bir kısmını ve kiliseleri Ortodoks birliği ve Helenik organizasyonlar yürütüyor. Yunanistan bu konuda Gürcistan’daki Yunan kültür ve mimari mirasını sahipleniyor. Stalin’in eski ateist komünist Gürcistan’ı süratle Grek-Ortodoks bir ülke oluyor. Ülke, Gürcü, Ermeni, Yunan, Svan, Acar, Abhaz, Laz, Osetyalı gibi değişik etnik kimlikle Hıristiyan-Ortodoks bir birlik içerisinde toparlanmak istiyor. Hiçbir eski komünist ülkesinde görmediğimiz kadar, din hayatın içine girmiş. Bu durum Tiflis için normal karşılanabilir, ama esas çarpıcı olanı yoğun Müslüman nüfusun yaşadığı büyük ekseriyeti İslam olan Acaristan’da, Sarp’tan Batum’a, Batum’dan Çürüksu’ya kadar Hıristiyanlık “Rönesans” yaşıyor. Yeniden doğuyor... Eski Müslüman ailelerin çocukları Hıristiyanlığa döndürülüyor. Herkes Acaristan özerklikten bağımsızlığa geçecek mi derken, Acaristan böyle giderse Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönecek!
Türkiye’deki Artvin’de, Ordu’da, Kocaeli’de, Sakarya’da, Bursa’da, İstanbul’da yaşayan Gürcülere duyurulur. Tabii Dışişleri’nden Diyanet Vakfı’na kadar da “devletlü”larımızın dikkatine sunulur. Misak’ın “millî”si kalmadı, “dinî”si de gidiyor!
Çürüksu nehrinden geçip Acara’ya girince Kobulet, yani bizim eski Çürüksu Camii’nin bale gösteri merkezi yapıldığını öğrenip, tek bir cami göremeden Batum’a kadar gidiyoruz.
Batum merkezdeki 1866 tarihli Orta Camii, iki şerefesi, renkli kapısı ve hakim görünüşüyle bizi karşılıyor, ama dışarıda ezan sesi yok. Birkaç ihtiyar dışında cemaat de göze çarpmıyor. Sanki Yalta, Odessa gibi turistik bir Rus şehrindeyiz.
Karadeniz’i sağımıza alıp, yalı yalı, kıyı kıyı Sarp’a kadar gidiyoruz. Sınır noktasında uzun, ince minareli bir cami dikkatimizi çekiyor.
Nihayet şimdi İslamî siluet yerine geldi derken, rehber şu uyarıda bulunuyor: “Ağabeyler orası Türkiye!” Gürcistan tarafına bir büyük haç dikmişler.
Bu sefer Gürcistan’ın dağlık kesimindeki Laz köylerini merak ediyoruz, ama gidemiyoruz. Yine dönüyoruz Sarp şehrinin şelalesine. Türkiye’den 08 plakalı araçlar Acaristan’a ucuz mazot almaya geliyorlar. Sarp’ın hemen yakınındaki Koniye Kalesi’nin, Roma’dan Osmanlı’ya kadar uzanan tarihi dönemlerin bir numunesi olarak ayakta kaldığını görüyoruz. Ama orada da Kaleiçi Camii depo yapılmış.
Batum’un çok meşhur olan bir botanik bahçesi de var. Her bölge ayrı bir kıtanın florasıyla yetiştirilmiş. Otomobille içini geze geze bitiremiyoruz. Avustralya’ya, tropik bölgelere has ağaçlar bile var. Bahçeyi biraz gezdikten sonra dönüyoruz, mandalina bahçesinin arasına taflan yemişlerinin tadına bakmaya. Çünkü esas taam arkadan gelecek, balıkhaneye gidilecek, tekirler, barbunyalar, kalkan yavruları seçilecek, hemen oracıkta özel olarak yaptırılan ve mis gibi kabaran mısır unu ekmeğiyle nar gibi kızaran Karadeniz balıkları birbirine kavuşturulacak. Servis yapan Gürcü kadının hoş lehçesiyle “Bunun yanında şarap içilmez mi, siz ne biçim adamsunuz!” deyişine, bizim Azeri Necip’in “Biz Müslümanık” cevabı üzerine kadının “Esas şarabı Müslümanlar içiyor” lafı karşısında, birbirimize bakakalıyoruz. Sonra Kafkas Dağları’ndan çıkan pınarlarla doldurulmuş ma-i leziz, suy-ı azizlerle yetinip, hiç olmazsa balık isimlerinin Türkçe olmasıyla avunup, “Bir dahaki sefere Haçapur (peynirli pide) isteyelim, mecburen yanında çay getirirler, şu şarap muhabbetinden de kurtuluruz” diyoruz.
Tiflis’ten Kutayıs yoluyla, kiraladığımız jiple Batum’a inip, sonra aynı yoldan Çoruh’u Karadeniz’e döküp, gecenin bir vakti tam yedi saat yol kat edip, asfaltta dolaşan insanlar, hayvanlar arasından sıyrılıp tekrar Kulra’ya, Tiflis’e dönüyoruz.
Yol üzerinde dağ köylerinde tandır ekmeği yapıp satan kadınlar dikkatimizi çekiyor. Onları resimliyoruz, ama beni esas sevindiren olay gecenin bir vaktinde yakıt almak için durduğumuz bir benzincide oluyor. Tam rehberimizden çay içip içemeyeceğimizi öğrenmesini istediğimiz zaman, benzinci güzel bir Türkçeyle “Az ileride Garip Osman’nın yeri var, orada istediğiniz çayı bulabilirsiniz” demez mi... Onun bu karşılığına şaşırıp “Sen Azeri misin?” diye sorduğumuzda, “Yok ben Ahıska Türkü’yüm” diyor. “Meshet bölgesinden bu kadar uzakta ne arıyorsun” dediğimiz zaman da, “Burada bizim bir Ahıska köyümüz var: İyanet Köyü” cevabını veriyor. Köy 30 haneymiş, hepsi Ahıskalı’ymış. Bir dahaki sefere bunlara da uğrarız diye içimizden geçirip, bizim Garip Osman’nın mekanını buluyoruz. Kapıda aynen şöyle bir levha asılmış: “Burası Ulusoy dinlenme tesisi değil garip Osman’ın yeridir”.
Biz daha çaya bakamadan tezgahta fırın sütlaçları görmez miyiz... Tam da Batum’dan beri bir tatlı yiyemedik, şarapsız balık olur, ama tatlısız hiç olmaz diye yakınırken, sen Kafkas’ın doruğunda, gecenin koyusunda garip Osman’ın Hamsiköyü usulü yaptığı kaymak gibi sütlacı bulup da haline şükretmez misin... Bizim kolay kolay hiçbir şeyi beğenmeyen Bülent Katkak bile “Hocam bu sütlaç sahiden çok güzelmiş” dedi.
Meraklısına notlar:
1. 1918 baharında Batum’a gelen Ahmet Refik Altınay üstadımız, Kafkas Yollarında adlı eserinde (haz. Yunus Zeyrek) “Buralarda yine Türk’ün lisanı söyleniyor, Türk’ün nağmeleri duyuluyor, Türk’ün kolu çalışıyor, Türklük ruhu yaşıyordu” diyordu.
2. 1921 baharında Türkiye Milli Eğitim Bakanı olan Sinop mebusu Dr. Rıza Nur “Tiflis’e geldik, Ruslar bu eski Türk şehrini imar edip güzel bir hale koymuşlar. Şehrin merkezi ise Şeytan Pazarı adında olup, tamamıyla Azeri Türkleriyle meskundur ve ticaretgahdır. Diğer ahali ise Hıristiyan, Gürcü ve Ermeni’dir. Ermeniler hem Gürcüler’den ziyade hem de zengin” diyor. Yazar Acaristan için de “Ahali Gürcüce de, Türkçe de biliyor, gayet Müslüman adamlar, iri boylu, gürbüz, pehlivan adamlar. Sahiden acar insanlar. Bizde Acarlara Gürcü derler. Burada bunlara Gürcü derseniz size kurşun atarlar” diyordu.